Umur Talu, Hazırlamakta Olduğu Belgesel İçin Urla’da

Büyük dedesi şair ve yazar Recaizade Ekrem, dedesi yazar Ercüment Ekrem Talu, babası gazeteci ve Türkiye’nin ilk spor spikerlerinden Muvakkar Ekrem Talu… Aile geleneğini sürdürerek Türkiye’nin en önemli gazetecilerinden olan Umur Talu bir süreliğine Urla’da. Yeni projeleri için geldiği Urla, Talu’ya aynı zamanda yazdığı kitaplar için de bir inziva ortamı sunuyor. “İleride belki de Urla’da yaşarım, burada olmaktan mutluyum” diyen Umur Talu ile dünden bugüne mesleki yaşantısını ve gelecek projelerini konuştuk.

Öncelikle hikâyenizden başlamak isteriz. Gazetecilik mesleğine nasıl başladınız?

İstanbul Bağlarbaşı’nda gazeteci bir aileye doğdum. Annem değil ama babam gazeteciydi. Görmediğim büyük dedem gazeteci ve yazardı. Sonra babamı çok erken kaybettik. Babamın kaybının ardından yatılı okula başladım. On iki sene Galatasaray Lisesi’nde okudum. Aileden dolayı bir yükümlülük gibi illa edebiyatçı olmalısın beklentisi vardı ama ben fene yöneldim. Okul döneminde yazıyla çok uğraştım, çok futbol oynadım, neredeyse profesyonel olacaktım. Lise son sınıftayken yavaş yavaş siyasallaşmaya başladım. Kapital’i anlayabilmek için ekonomi okumayı istedim. Bu yüzden tercihlerimde sadece Boğaziçi ve Hacettepe Ekonomi bölümlerini yazdım. Sonra Boğaziçi Ekonomi’deki yıllarım başladı. Öğrenciliğim döneminde bir şantiyede çalışmaya başladım. Ardından da Demiryolu Sendikası’na girdim. Sendika deneyimi bana çok şey öğretti; on sekiz-on dokuz yaşlarında çok ciddi şeyler yaptım. Kitaplık kurduk, işçilerle tiyatro grubu kurduk, birlikte bir oyun yazıp oynadık. Turnelere çıktık, çocuklara kitaplar dağıttık. Sirkeci’den çıkıp Edirne’ye kadar dolaştım. Türkiye’de farklı yerlerde eğitimlere gittim. Çok iyi hocaları bu eğitimlere getirdim. Çok şey öğrendim orada; bir yandan da okulu bitirmeye uğraşıyordum. Ardından Belediyeler Birliği’ne girdim ve orada belediyeciliği öğrendim. Bunları yaşarken henüz yirmi iki yaşında bile değildim. 12 Eylül’den önce İstanbul’da çok büyük bir Akdeniz ülkeleri konferansı düzenledim. Tanzim satışlarının açılmasında ben de çalıştım. Sonra okul bitti. Okul bittikten bir süre sonra darbe oldu; biraz savrulduk. Bütün arkadaşlarım 24 Ocak sonrası Özal’ın etkisiyle bankalara ve ihracat şirketlerine girdi, çünkü dönemin parlayan yıldızı onlardı. Ben buralarda verilen maaşın onda birine Günaydın gazetesinde işe girdim. O zamanlar çok popüler bir gazeteydi. Dokuz yüz bin civarı satıyordu. Aslında bir milyonu geçiyordu ama Haldun Bey (Simavi) nazar değmesin diye söylemiyor, dokuz yüz seksen bin satıyor diyorduk. Garip bir gazeteydi; hem bulvar gazetesiydi hem de çok bağımsızdı. Kenan Evren bütün gazete patronlarını çağırdığında gitmeyen tek patron oydu. Ondaki dik duruşa tanık oldum, zaten ben de öyle biriydim. Başkalarını ezerken dik duran birini ezmediğini gördüm ve buna çok saygı duydum.

O dönemlerde gazetecilik yapmak nasıl bir deneyimdi?

80 darbesi sonrası Günaydın’daki işim çok uzun sürmedi. Tabii o dönemde çok yasak vardı. 1982’de Güneş gazetesinin kuruluşunda yer aldım, orada ekonomi servisini yönettim. O ara yumurta fiyatları artmıştı. Biz de muhalefeti kelimelerle yapıyoruz; “Halkın yumurtasıyla oynamayın” diye bir başlık atmıştık; bu bile sorun oldu. Ama yine de atıyorduk, gazete de basılıyordu. Cumhuriyet’te çalışırken, tam referandum öncesi, gece vakti birisi şakadan sepete bir haber bırakmış; o zamanlar İstanbul’da otobüse binmek için mavi kart kullanılıyordu. O zaman da mavi hayır oyuydu. Haber mavi kartlar yasaklanacak diyordu; gerçek bir haber değildi tabii ama gazetede bu haber bile çıkmıştı. Böyle şeyler de yaşanıyordu ama başı çok derde giren de oluyordu. Ama o günlerle bugünleri karşılaştırdığımızda, o günlerde dönemin geçeceğine dair ciddi bir umut vardı, daha önce de olduğu gibi bu da bitecekti. Seçimlerle birlikte nitekim öyle de oldu. Ya darbenin yanında oluyorsun ya da karşısında oluyorsun ve karşısındaysan; kelimelerle oynuyorsun. Türk edebiyatında, gazeteciliğinde bir şeyleri ima ederek ifade etmek çok vardır. Fark ne derseniz; o senelerde Kürt meselesi hiç konuşulmazdı, bugün iyi kötü konuşuluyor. 80’ler ve 90’lar öncesi çok gazeteci öldürüldü, bugün öldürülmüyor. O zaman da hapis vardı, bu zaman da hapis var. Bugünkü ciddi fark, buna isyan eden gazetecilerin olmaması. İktidara tabi olanların, biat edenlerin çoğalması. O zamanlar zorluklar karşısında veyahut tabularla, ezberlerle oto sansür yapan, sansüre tabi olan vardı ama bugün gönüllü propagandacı gibi çalışan, gönüllü biçimde iktidarın uzantısı olanlar var. Bu artık gazetecilik değil. O günküleri etik olarak tartışabiliriz ama bugünün tartışılacak bir yanı yok.

Köşe yazarlığınız kaç sene sürdü, hangi gazetelerde yazdınız?

Ben Günaydın ekonomi bölümünde yazdım. Sonra Güneş gazetesi kurulurken oraya geçtim. Orada bir süre sonra ekonomi şefi oldum. Askere gittim, döndüğümde beni hem Milliyet hem de Cumhuriyet istiyordu. Yarı maaşa Cumhuriyet’e yazı işlerine gittim. Doktora yapıyordum, yarım kalmıştı; Fransa’da bir arkadaşım güzel bir kürsü ayarladı. Çok değerli bir profesörün yanına gidecektim. Rahmetli Çetin Emeç birkaç kez ısrar ettiği için gitmedim ve Milliyet gazetesinde işe başladım. Milliyet ekonomi şefiyken yazı işleri müdürü oldum. Yeni bir gazete kurmak için birçok şeyi riske ettim. Birçok değerli insanı bir araya topladım. Bana inanıp geldikleri zaman henüz yirmi dokuz yaşındaydım. Daha ortada bir gazete yoktu. Sonra onlarla bir anlaşmazlık yaşandı, ayrılınca iki – iki buçuk ay oradan aldığımı buraya, buradan aldığımı oraya işe sokmak için uğraştım. Bir Milliyet’e, bir Hürriyet’e gidiyordum. Hoş zamanlardı tabi. Elimde otuz kişilik listeyle Çetin Emeç’in karşısına oturdum. Bana “Bunların yirmisini işe alacağım ama sen de buraya geçeceksin” dedi. Bir anda, işsiz yirmi kişiyi işe almak kolay değil. İçlerinde çok önemli isimler vardı. Tamam dedim. “Ama buraya geldikten sonra onların hiçbirine selam vermeyeceksin, senin ismin olmayacak” dedi. Ona da tamam dedim. Daha sonra Hürriyet’e gittim ama yazı işlerindeki işleyişi sevmedim. Milliyet beni tekrar istiyordu, ayrılmak istiyordum ama Çetin Bey beni, ben de onu çok seviyordum. Sonra bir gün ona “Ben bırakıyorum” dedim. “Ben karışmam, istifanı Erol Bey’e (Simavi) ver” dedi. O sırada Erol Bey İsviçre’de. “Peki ben gidiyorum, gelince haber verin dedim. Bir de katı bir tarafım da vardı yani. Erol Bey Hürriyet’in başına geçmemi teklif etti. Bunu söylediğinde Hürriyet Türkiye’nin en büyük gazetesiydi. Konuşmadan sonra yanından ayrıldım. Taksim’de yüzüme bir rüzgâr vurdu. Gitmeye karar verdim. Ertesi gün de istifamı yazdım. Gazeteye nasıl olsa istifamı verip gideceğim diye bir havalarda girdim. O sırada Özal’a suikast olayı yaşandı. Hiçbir şey diyemedim, istifa edemedim, bütün gün deli gibi çalıştım. Gece Çetin Bey’le bara çıktık. O bana kaldığım için sevindiğini söyledi. Sonra yine Milliyet’te genel yayın yönetmeni oldum. Birinci gazete olduk, Hürriyet’i satın aldık. 2000’lerde Star ve Sabah gazetelerinde yazdım. Daha sonra Habertürk ve en son Gazete de Duvar’da yazdım. 1998 ve 2000 yıllarında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yönetim kurulundaydım, 2001’de de TGC Başkan Yardımcısı oldum. Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ni ben yazdım. Üç ayrı basın kuruluşundan sağ, sol ve merkezden ödül alabilen sanırım tek kişiyim. İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversite’sinde ortalama sekiz yıl ders verdim. Milliyet’teki genel yayın yönetmenliği işimi bıraktığımda, 1996 yılının sonunda köşe yazısı yazmaya başladım. Bu köşe yazıları Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde devam etti. Bir takım web sitelerinde de yazıyordum. Son senelerde birkaç kitap yazdım ve belgeseller yaptım.

Yeni projeniz de bir belgesel ve bu yüzden Urla’dasınız değil mi?

Evet, bu yüzden Urla’dayım. Hem burayla hem de başka yerlerle ilgili çalışmalar var. Belki biraz da kendi kitaplarıma konsantre olmak için…

Öyleyse yeni kitaplarınız da yolda olmalı.

Evet, elimde birkaç tane var; onlarla yürümek istiyorum. Onlar daha çok kurgu kitaplar. Bir de burada biraz huzur buldum, rahat ettim. Bir süre sonra belki yerleşmeyi de düşünebilirim.

Peki, bize belgeselinizin konusundan bahsedebilir misiniz?

1914-1923 arası yaşanmış bütün o etnik nefret, şiddet, işgal, mütareke, istila, aşağılama ve katliamların, yani o cehennemin içinde, her şeye rağmen insanlığını kaybetmeyen insanların hikâyeleri. Her taraftan, her kesimden araştırmalar yapıyoruz. Sırf bu bölge değil tabii, tüm Türkiye’de yaşananları ele alıyoruz. Urla da bu hikâyelerden biri ama artık Urla benim çalışma yerim oldu. Gazete yazıları bittikten sonra sosyal medyada hep kendi çektiğim fotoğrafları kullanıyorum, onların altına hikâyeler yazıyorum. O sıralarda bir tıp belgeseli de yapmaya başlamıştım. Tıp tarihi çok ilgimi çekti. Tam o sırada da pandemi geldi. Sosyal medyadaki hikâyeleri pandemi hikâyelerine çevirdim. Hikâyeler ise şöyle; bir salgından başlayıp oradan devrime, oradan bir filme ya da romana, aşka varıyor… Onun etrafında geziyorum. Örneğin, Mustafa Kemal rahatsızlanıyor. Çekoslovakya’nın Karlovy Vary kentine tedaviye gidiyor. Benim baktığım taraf ise şu; tedavi eden doktor kimdi, doktorun karısı kimdi? Mustafa Kemal’in geldiği o otele başka kimler gelmişti? Örneğin, Freud. Ondan önce aynı yere Karl Marx gelmiş. Ortada bir hastalık var, araya İspanyol gribi gibi büyük bir salgın da giriyor. Ben bu hikâyeleri bir araya getiriyorum. Seviyorum da takip etmeyi. Yeni belgeselde de benzer bir yöntem uyguluyorum. Birbirinden kopuk gibi olan insanların ve olayların arasındaki bağlantıları bulmayı seviyorum.

Peki, biz bu belgeseli ne zaman izleyebileceğiz?

Biraz daha zamanı var. 2023 diye planlanıyor. Cumhuriyet’in yüzüncü yılını hedefliyoruz. İzmir’de BAYETAV isminde bir vakıfla birlikte bu belgeseli yapıyoruz. Vakfın bana çok uyan ilkeleri var. Belgeseli Nebil Özgentürk ile birlikte yapıyoruz.

Urla hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenmek isteriz.

Burada olmaktan çok mutluyum. Her gördüğüm şey beni heyecanlandırıyor. Çocukken burada eniştemlerin aile evinde, köyde, tütün toplamışlığım var. Zaten hep severdim, üç senedir de İzmir’deyim. O yüzden burası iyi geldi. Burayı görmediğim bir tarafı ile de görmeye başladım. Bu yüzden yaşamak hoşuma gitti.

Kişisel soruları sona bıraktım… Mesela, sevdiğiniz yazarları ve unutamadığınız kitapları merak ediyorum…

Çok var ve ayrım yapmak imkânsız… Bazıları elbette unutulmaz ama unutmuş gibi yapacağım, ayırmamak ve şu anda gerçekten unuttuklarımı hakikaten unutmuş olmamak için.

En son kitabınız ‘Senin Adın Corona Olsun’ un başında, son dönemde hayata bakış açınızın değiştiğini yazıyorsunuz. Nedir bu bahsettiğiniz değişim?

Aslında hayata bakış açım değişmedi, o sıra hayatın akış açısı değişti… Benim tarih okuyuşum kısmen değişti. Salgınların tarih yapıcı ve tarih bozucu rolünü kavradım. Ve tarihin anlatımında hiç görülmemiş olması vahim bir olgu olarak dikkatimi çekti.

Fotoğraf çekmeyi çok seviyorsunuz. Sergi açmayı düşünüyor musunuz?

Fotoğraf sanatını bilmiyorum aslında. Ama sokak fotoğrafçılığını seviyorum. İnsan hallerini ve enstantaneyi seviyorum. Altyazı yazmayı veya yazılarıma uygun (veya uydurarak) fotoğraflarımdan kullanmayı. Sergilik bir sanatçılık değil bu.

Son olarak, yazarlık mı, gazetecilik mi, belgesel yapımcılığı mı desem?

Gazetecilik tabii… Diğerleri ancak bunun alt başlıkları…

Henüz yorum yok

Bir yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BİZİ TAKİP EDİN