Dünyanın en zor işi nedir diye sorsalar kadın olmak derim. Başkalarını memnun etmek, belli sınırlar içinde yaşamak zorunda kalmak, sevmek veya sevilmek için bile topluma uygun(!) olmak zorundadır kadınlar. Beklentiler hep sınırlıdır ona karşı… Elinin hamuru ile iş yapamaz, eksik etektir. Oysa kadın, hamurun mayası kumaşın kendisidir. Kadının kattığı renkler, verdiği mücadele, yüklendiği sorumluluklar, gösterdiği sevgidir dünyaya şekil veren. Kafanızı nereye çevirirseniz çevirin kadına dair bir şeyler bulursunuz. Bazen kullandığınız ilaçta, bazen dinlediğiniz müzikte, bazen okuduğunuz kitapta. Sınırlar içinde dahi güzeli en güzel yapmaya çalışır kadınlar. Erkeklerin egemen olduğu bu dünyada gökyüzünde gökkuşağı çıkaran kadınlar… İyi ki kadınlarımız var.
Virginia Woolf
25 Mart 1882 yılında İngiltere’nin Londra şehrinde hayata gelen Virginia Woolf, devrin tanınan yazarlarından biri olan Sir Leslie Stephen’in ikinci evliliğinden olan beş çocuğunun dördüncüsüydü. Çocuk yaşta annesini kaybetti. O dönem kız çocuklarının okula gönderilmesi doğru bir davranış olarak görülmediği için okula gitmemiş olsa da, babası sayesinde kendini geliştirmeyi başardı. 13 yaşında bir dergide köşe yazıları yayınlandı.
Genç yaştan itibaren yazar olmayı kafasına koyan Woolf için hayat, babasını kaybettikten sonra bambaşka oldu. Taşındıkları yeni muhitteki insanların pek çoğu sanatçı ve o dönem için aykırı kabul edilen cinsel yönelimlere sahipti. Profesyonel olarak yazmaya 1905 yılında başlayan Woolf, ilk eserinde annesinin ölümünü konu aldı. Belki de bu yüzdendir; bir sene içinde üç defa yeniden yazdı kitabı. 1912 yılında Leonard Woolf ile evlendi. İçinde bulunduğu ruh halinin kendine yetememe ve sürekli intihara meyilli olması nedeniyle eşi onun için bir basımevi kurdu. Burada eserlerini daha özgür yazsa da halen o ruh halinden kurtulamadı. Çoğu eserinde kadın hakları, feminizm, sınıfsal farklılık, evlilik, özgürlük, eşcinselliğe vurgu göze çarpar. Kendi de biseksüel olan Virginia Woolf, eşi ile evlenirken ona: “ Beni bedensel olarak etkilemiyorsun.” dedi. “Orlando” isimli kitabını o dönemki sevgilisi Vita Sackville –
West’e ithaf etmiş ve erkeklerin kadınlardan hiçbir zaman üstün olmadığını belirterek kadınlara şöyle seslenmiştir: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..” Dünya edebiyatına pek çok yenilik getiren ve eserlerindeki çarpıcı anlatımıyla milyonlarca okuru kendine çekmeyi başaran Woolf için 1.Dünya Savaşı sonun başlangıcı oldu. O dönemki durum, iyice psikolojisini bozdu ve daha önce aklından geçen ve denediği intihar eyleminin bu sefer ölümle sonuçlanmasını istedi. 28 Mart 1941 günü ceplerine doldurduğu taşların onu derine iyice batıracağından emin olduktan sonra kendisini evlerinin yakınlarındaki Ouse köprüsünden attı. Geride iki mektup bıraktı: Biri kitaplarının kapaklarında resmini kullandığı kız kardeşi Vanessa Bell biri de kocası Leonard’a. O mektupta şöyle der Virginia Woolf: “Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı… Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum.”
Sabiha Gökçen
Atatürk’ün dört manevi kızından biri olan Sabiha Gökçen 22 Mart 1913 tarihinde Bursa’da dünyaya geldi. Babası Bursa Vilayet Başkâtibi, annesi ev hanımı idi. Çocuk yaşta anne ve babasını kaybeden Sabiha Gökçen, Atatürk’ün Bursa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında okumak istediğini söyledi, Atatürk onu himayesi altına aldı ve Atatürk’ün manevi evlatlarından biri oldu. Önce Çankaya İlkokuluna gitti, ardından bugünkü Robert Koleji olan Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ve Üsküdar Amerikan Lisesi’nde eğitimini sürdürdü.
1935 yılında Türkkuşu’nun açılış töreninde gördüğü havacılığa ilgi duymaya başlayan Gökçen, Atatürk’ün de desteğiyle 1935 yılında Türk Hava Kurumu’nun Türk Kuş Sivil Havacılık Okulu’na girdi. Mezun olduktan sonra 6 ay yüksek planörcülük eğitimi alan Sabiha Gökçen, ilk motorlu uçağını 1936 yılında kullandı. Sonrasında Atatürk’ün isteği ile askeri pilot olmak için Eskişehir Uçuş Okulu’nda 11 ay süren bir eğitim aldı. Eğitimin ardından Dersim Harekâtı ve Hatay’ın Türkiye’ye katılmasında görev alarak kendini ispatladı. 1938 yılında Balkan Paktı’na üye devletlerin isteği üzerine yaptığı Balkan Turu’nu Atatürk’ten izin alarak tek başına Balkanlar üzerinde 5 gün süren bir uçuşla tamamladı ve bu uçuştan sonra kendisine “Göklerin Kızı” unvanı verildi.
Atatürk’ün ölümünden sonra, orduda kadın asker bulundurma yasağı olduğu için ordudan ayrılsa da Türkkuşu Uçuş Okula başöğretmen olarak atandı. 1940 yılında evlendi ve eşine Atatürk’ün kendisine verdiği “gökyüzüne bağlı” anlamına gelen Gökçen soyadını verdi. Türk kadınının dünyadaki statüsünü yükseltmek için çalışan Sabiha Gökçen’e başarılarından dolayı T.H.K, Uluslararası Havacılık Federasyonu, Romanya Ordusu, A.B.D. dahil olmak üzere çeşitli ordu, dernek ve kuruluşlardan toplam 30’un üzerine nişan, liyakat madalyası, plaket ve bröve takdim edildi. İsmi, İstanbul Anadolu yakasında bulunan uluslar arası bir havaalanına verildi. 1996’da havacılık kariyerinin en büyük ödülünü aldı. Amerikan Hava Kurmay Koleji’nin mezuniyet töreni için düzenlenen “Kartallar Toplantısı”nın onur konuğu olarak katıldığı Maxwell Hava Üssü’ndeki törende “Dünya Tarihine Adını Yazdıran 20 Havacıdan Biri” seçildi. Bu ödüle layık görülen ilk ve tek kadın havacı oldu.1996 yılında 83 yaşında iken son uçuşunu Fransız pilot Daniel Acton ile yaptı. Ölümünden iki yıl önce kendi adına bestelenen klasik rock tarzındaki operayı dinleme şansına eren Sabiha Gökçen, 22 Mart 2001 tarihinde GATA’da kalp yetmezliği sonucunda dünyaya gözlerini yumdu.
Indira Gandhi
19 Kasım 1917 yılında Hindistan’ın Allahabad şehrinde doğan Indira Gandhi, Bağımsız Hindistan’ın ilk başbakanın kızı olduğu için aslında siyasetin içine doğdu. Üniversite eğitimini Oxford Üniversitesi’nde tamamladı. Sonradan eşi olacak olan Feroze Gandhi ile annesiyle beraber yürüttükleri bağımsızlık eylemleri sırasında tanıştı. Evliliklerinden kısa bir süre sonra İngiltere’nin sömürgeci tavrına karşı başlatılan “Quit India Movement” eyleminde tutuklanıp hapse atıldı. 1955’ten sonra aktif olarak siyasetin içinde olmayan başlayan Indira Gandhi, 1964 yılında bakan oldu. Partinin başkanının ölümü sebebiyle yapılan oylamalar sonucunda 1966 yılında Hindistan’ın ilk kadın başbakanı olarak göreve başladı. 1973 yılında Londra Sunday Times Dergisi tarafından “Dünyanın En Güçlü Kadını” seçildi.1977 yılına kadar pek çok siyasi rakiple mücadele etmek zorunda kalan Gandhi, bu süreçte koltuğunu korumak adına kişi özgürlüklerini kısıtlayacak bazı yasalar da çıkardı. Bir dizi başarısız girişimin ardından 1970lerde oğlu ile birlikte Hindistan nüfusunun fazla olduğu, doğum kontrolünün ve
kısırlaştırmanın önünün açılmasının gerekliliği fikri Gandhi’yi erken seçime götürdü ve 11 yıllık koltuğundan etti.
1980 yılında, meclisteki koltuk sayısının üçte ikisine sahip olarak tekrar Hindistan Başbakanı olan Gandhi, aynı yıl içinde oğlunu bir uçak kazasında kaybetti; ancak bu onu yıldırmadı, Hindistan’ı dünyanın en güçlülerinden biri yapmaya devam etti. Başkan Nixon tarafından “yaşlı cadı” olarak nitelendirilen Gandhi, Hindistan’da dengeli ve yeterli beslenme için “Yeşil Devrim”, “ Beyaz Devrim”, nükleer ve uzay programları, Hindistan’ı kendine yetebilen ve dünyada sözü geçebilen bir ülke haline getirme, bankaların millileştirilmesi, yörüngeye uydu yerleştirme, “Kaplan Projesi” ve daha nice projelere imza attı. Bu süreçte iç karışıkları görmezden gelen Gandhi, Sih grupların kutsal tapınaklarına saldırı ve süregelen eylemlerde 500 Sih vatandaşının hayatını kaybetmesine rağmen herhangi bir güvenlik tedbiri almadı ve olaylardan 5 ay sonra konutunda güvenliğini sağlayan 2 Sihli tarafından yaylım ateşine tutularak öldürüldü. Öldürülmekten korkmayan Gandhi, şu sözleriyle adeta sonunu tahmin etmiş diyebiliriz: “Uzun bir ömrü önemsemiyorum. Bu tarz şeylerden korkmam. Bu millete hizmet ederken hayatımı kaybetmeyi umursamam. Eğer bugün ölürsem, kanımın her damlası milleti kuvvetlendirecektir.”
Dorothy Hodgkin
12 Mayıs 1910 yılında Mısır’ın Kahire şehrinde dünyaya geldi. Yaz aylarını İngiltere’de geçiren ailesiyle, 1914 yılında 1. Dünya Savaşı’nın başlaması yüzünden uzunca bir süre ayrı kalmak zorunda kaldı. Çocukluğunu büyükannesi ve dedesiyle geçiren Dorothy, küçük yaşından itibaren kimyaya ilgi duydu. 18 yaşına geldiğinde Oxford’a girdi ve “birinci sınıf onur derecesi” alan üçüncü kadın olarak okulun tarihine adını yazdırmayı başardı. Doktorasını yaparken X ışını kristalografisinin proteinlerin yapılarını belirlemede etkin olduğunu fark etti. Doktorasını yaptıktan sonra Oxford’a geri döndü ve 1936’dan 77’ye kadar burada akademisyen olarak görev aldı. Çok sayıda başarılı öğrenci yetiştirdi. Bunlarda biri yıllar sonra İngiltere’nin ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher idi.
Protein kristallografisinin kurucusu, X ışınları kristalografisinin öncüsü olan Hodgkin, bugün sık sık duyduğumuz, kolesterol, penisilin, B12 vitamini ve insülinin moleküler yapısını keşfeden bilim insanıdır. B12 vitamini üzerine yaptığı çalışmalar sebebiyle 1964 yılında Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü. 1965’te Florence Nightingale’den sonra 60 yılda bir kral ya da kraliçe tarafından Başarı Ödülü’ne atanan ikinci kadın oldu. 1947’de Kraliyet Cemiyeti Üyesi ve 1970’te EMBO Üyeliği seçildi. Dorothy, 1970-1988 yılları arasında Bristol Üniversitesi Şansölyesi görevini yürüttü. 1958’de Amerikan Sanat ve Bilim Akademisinin Yabancı Onursal Üyesi seçildi. Eşi dolayısıyla siyasetin de içinde olan Hodgkin, iyimserliği, insan verdiği değer gibi konularda da örnek biriydi. 1987 yılında Sovyet Hükümeti tarafından barış ve silahsızlanma çalışmalarından ötürü “Lenin Barış Ödülü” verildi Hodgkin’e. Aynı zamanda kimya alanında başarılı ve desteklenmesi gereken kadınlara verilen “Iota Sigma Pi “Ödülleri”nde Ulusal Onur Üyesi ödülüne layık görülmüştür. Dorothy Hodgkin, başarılarla
dolu bir hayatın sonunda 29 Temmuz 1994 günü İngiltere’de hayata gözlerini kapattı…
Malala Yousafzai
12 Temmuz 1997 yılında Afganistan’ın Swat şehrinde eğitimci bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi Malala. Adını Afgan ulusal kahramanı Maiwandlı Malala’dan alan Yousafzai de onun gibi bir kahramandır Afganistan’da. Çocuk yaşta tanıştığı Taliban terörü yüzünden okula gönderilmeyen kız çocuklarının sesi oldu ve ismini saklayarak kız çocuklarının okula gönderilmesinin teşvik edilmesi ve bunun bir hak olduğunu anlatan yazılar yazdı. Babası da bir öğretmen olan Malala, ailesinden de destek gördü; ancak Taliban için bir tehdit oluşturdu. Daha önce Taliban’ın evlerine düzenlediği baskınlardan korkmayan ve adeta onlara savaş açan Malala, 9 Ekim 2012 günü okul çıkışı bindiği servis aracında terör saldırısına uğradı. Yetiştirildiği hastanede tedavisinin çok da mümkün olmadığı anlaşıldığı için derhal Birleşik Krallık’a getirilip tedavisi burada tamamlandı; ancak Malala’nın yüzünün sol tarafı felç kaldı. Başına gelen bu terör saldırısından sonra Malala’nın öldürülmesine dair fetvalar verildi. Pek çok grup tarafından kınansa da, Taliban bunun bir gereklilik olduğuna dair iddiasını sürdürmeye devam etti. Afganistan’da hayati tehlikesi olduğu için Malala, hayatını İngiltere’de geçirmeye başladı. Dünya kamuoyundan gördüğü destek Malala’yı daha çok cesaretlendirdi ve kızların eğitim hakkı adına Birleşmiş Millet de dahil olmak üzere pek çok platformda konuşma yaptı. 2014 yılında Nobel Barış Ödülü’ne, 2017 yılında da Kanada fahri vatandaşlığına layık görüldü. Nobel ödülünü alan en genç kişi olarak tarihe adını yazdıran Malala, 2013,2014 ve 2015 yılında Times Dergisi “Dünyadaki En Etkili Kişiler” listesine aldı. 2010 yılında çok satanlar listesine giren “Ben Malala” adlı kitabını çıkardı ve yaşadıklarını anlattı.
2013’ten 2017’ye kadar lise eğitimini tamamlayan Malala, Oxford’daki Lady Margaret Hall’da bir yer kazandı ve Felsefe, Politika ve Ekonomi (PPE) alanında Bachelor of Arts için üç yıllık bir eğitim aldı. 2020 yılında mezun oldu. 2021 yılında evlenen Malala, bugün halen eğitim aktivistliği yapmaya devam ediyor…
Prenses Diana
1 Temmuz 1961 yılında İngiltere’de soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Diana, kraliyet ailesi ile yakın ilişkileri olan bir grubun üyesiydi. Öyle ki; önceleri ablasının sevgilisi olan Prens Charles ile bu yakınlık sayesinde tanıştı. Charles’ın gönül ilişkileri yüzünden sarsılan imajını toparlamak amacıyla bir kreşte öğretmen olarak görev yapan Diana en uygun aday olarak seçildi. Yalnızca birkaç kere görüşen çift, 1981 yılında evlendi. Güzelliği, zekası ve zarafetiyle tüm gözleri üzerine toplayan Diana, kısa süre sonra halkın da sevgisini kazandı. Hatta öyle ki; çoğu zaman etkinliklerde tüm kraliyet ailesi içinde en çok ilgiyi gören o oldu. Fotojenik yüzü ve bugün bile modaya yön verebilecek kadar zevkli giyim tarzıyla bunu kendi istemese bile başarabiliyordu. 80lerde pek çok kadın kuaförlerde “Diana’nın saç modeli”nden yaptırıyordu.
Evlilikleri boyunca sürekli aldatılan ve “ Biz bu evlilikte üç kişiydik, yani biraz kalabalıktı.” diyen Diana’nın, karşılıklı sadakatsizlik üzerine kurulu evliliğinden bugün belki de dünyanın en tanınan kral adayları olan William ve Henry adında iki oğlu oldu. Evliliğindeki sorunların yanı sıra Diana kraliyet kurallarına uygun davranmamakla da suçlandı o dönemler. Başlangıçta kadınlara ve çocuklara gösterdiği özel ilgi sayesinde adeta onların sevgilisi olan Diana, AIDS, HIV gibi hastalıklarla ilgili yapılan kampanyalarda başı çekti. Kanser ve akıl hastalığı problemleri olan insanların yaşadığı sosyal ve psikolojik sorunların onlarda açtığı hasara dikkat çeken projelerde yer aldı. Silahsızlanma ilgili çalışmaların yanı sıra o, çoğumuzun bildiği mayınlı bölgelerde dolaşma cesaretini gösterebilen nadir prenseslerden biri idi. Az gelişmiş veya gelişmemiş ülkelere yaptığı yardımlarla artık o “halkın kraliçesi” oldu. Tüm bu çalışmalarının veya daha fazlalarının yanında zaten kötü giden evliliği 1996 yılında son bulsa da, Diana çalışmalarına devam etti. 31 Ağustos 1997’de neredeyse 20 yıldan beri sürekli peşinde olan magazincilerden kaçarken Paris’te bir trafik kazası sonucu hayatını kaybettiğinde Diana henüz 36 yaşındaydı…
Rahibe Teresa
26 Ağustos 1910 yılında o zamanlar Osmanlı toprağı olan Üsküp’te dünyaya gelen ve asıl adı Agnes Gonca Boyacı olan Rahibe Teresa, babası Ulah, annesi Katolik olan iki kız kardeşin en küçüğüydü. Kendi deyimiyle bir dünya insanı olan Gonca Boyacı, 18 yaşında rahibe olmaya karar verdi ve Hindistan’daki misyonerlik çalışmalarıyla ünlü Loretto Hemşirelerine katıldı. Gonca Boyacı, bu karardan sonra anlamı “ azizlik derecesinde özverili kimse” olan Teresa ismini kullanmaya başladı. Hindistan’ın Kalküta şehrindeki St. Mary’s Lisesi’nde coğrafya ve Hristiyanlık dersleri vermeye başladı.
1950 yılında Papa’nın izniyle toplam 12 kişiden oluşan “Hayırsever Misyonerler” cemaatini kurdu. Sonradan sayıları hızla artan cemaatin mensupları, dünyanın 450 noktasında 4000 kişiye kadar ulaştı. Kurduğu bu topluluk ve hayırsever faaliyetlerinden dolayı 1979 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. Binlerce hasta kişiye bakan ve iyileşmesinde etkin rol oynayan Terasa hayat görüşünü şöyle ifade ederdi: “Gittiğiniz yere sevgi götürün, gittiğiniz her yere sevgi götürün. İlk önce kendi yuvanıza. Çocuklarınıza, eşinize, yan komşunuza sevgi verin. Hiç kimsenin yanınızdan mutsuz ve kötü ayrılmasına izin vermeyin. Tanrı’nın zarafetinin yaşayan bir örneği olun; yüzünüzden, gözlerinizden, gülüşünüzden ve selamınızdan zarafet eksik olmasın.” 2 çok hasta kişiyi iyileştirdiği için 4 Eylül 2016’da Vatikan’ın Aziz Petrus Meydanı’nda düzenlenen tören ile Papa Franciscus tarafından azize mertebesine yükseltildi. Yaptığı iyiliklerin yanı sıra hakkında pek çok iddia da öne sürülen Rahibe Teresa 5 Eylül 1997 günü, yıllarını geçirdiği Kalküta’da hayata gözlerini yumdu. Ölümünden 13 yıl sonra doğduğu gün olan 26 Ağustos 2010’da Rahibe Teresa’nın Üsküp’te doğduğu ev, aslına uygun bir şekilde düzenlenerek onun adına bir anma evi olarak ziyaretçilerine kapılarını açtı.
Maria Curie
7 Kasım 1867 yılında Varşova’da doğan Maria Curie, dört çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu idi. Küçük yaşta ablasını tifüs nedeniyle kaybettikten sonra, 2 yıl sonra da annesi vefat etti veremden. Genç yaştan itibaren fizik ve kimyaya yoğun ilgi duyan Maria, gençlik döneminde, okumak isteyen kızların eğitim için yurtdışına çıkması gerekmesinden dolayı, kardeşi ile birlikte para biriktirip tıp eğitimi almak için Sorbonne’a gitti. Sonrasında aldığı fizik ve kimya eğitimi sayesinde çağlar ötesine dahi adını altın harflerle yazdıracağından habersizdi… Temmuz 1895’te kendisi gibi bilim insanı olan Pierre Curie ile evlenen Maria Curie, eşi ile birlikte bilimsel çalışmalarını hızlandırdı. Uranyum ile yaptığı deneyler sonucunda radyoaktiviteyi keşfetti. Toryum elementinin radyoaktif özelliğini buldu ve radyum elementini keşfetti. Bu sayede günümüzde bile kanser hastaları radyoterapi alarak iyileşebiliyor. Yaptığı çalışmalar sonucunda bir elementin radyoaktivite sonucunda başka bir elemente dönüşebileceğini ispatladı. Radyoloji biliminin kurucusu olan Maria Curie, yaptığı bu çalışmalar sonucunda 1903 yılında Nobel Fizik Ödülü,1911 yılında Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü. Bu özelliği ile dünyada Nobel’i iki kez alan ilk insan, Nobel alan ilk kadın oldu. Halen, iki Nobel’e sahip tek kadın olma özelliğini korumaktadır.
1934 yılında Fransa’nın Savoy kentinde hayata gözlerini yumduğunda ölüm nedeni, vücudunun aşırı dozda radyasyona maruz kalması olarak açıklandı. Bu yüzden Maria Curie için “ bilim için ölen kadın” tabiri kullanılır. Kendisine ait not defterleri incelenmek istendiğinde, maruz kaldığı yüksek radyasyon sebebiyle ancak kurşun kaplı bölmelerde saklanıp radyoaktif koruma altında incelenebileceği gerçeği görülmüştür.2009 yılında New Scientist Dergisi tarafından Maria Curie “ Tüm Zamanların En Etkileyici Bilim Kadını” seçilmiştir. Bu dâhiyane bilim kadının hayat hakkında şu sözleri bize rehber olmalı: “ Hayat hiçbirimiz için kolay değil. Ama bu ne? Azim göstermeli ve hepsinden önemlisi kendimize güvenmeliyiz. Bir şeye yetenekli olduğumuza ve bu şeye erişebileceğimize inanmalıyız.”
Coco Chanel
19 Ağustos 1883 yılında Fransa’da hayata merhaba diyen Gabrielle Bonheur Chanel, çocukken yetim kaldı ve yetimhaneye yerleştirildi. Burada dikiş dikmeyi öğrenen Chanel, özellikle arkadaşları için diktiği şapkalarda adını duyurmaya başladı. Diktiği şapkalar çok beğenilince, kendisinin bu alanda yeteneğini fark etti ve gençlik döneminde bir terzinin yanında yardımcılığa başladı. 1908 yılına gelindiğinde ilk şapkasını tasarlayan Coco Chanel, o çoğumuzun hayran olduğu efsanevi şapkalarını dikmeye kiraladığı bir apartman dairesinde dikti, sattı. Yeteneğinin artık pek çok kişi tarafından ilgi gördüğünü anlayan Coco Chanel, apartman dairesinden çıkarak kendisine ait bir butik açarak işleri büyütmeye karar verdi.
1913 yılına gelindiğinde spor ve şık kavramlarını harmanladığı, kadın spor kıyafetlerini sattığı butiğinde herkesçe yas ve hüzün rengi olan siyahı kıyafetlerinde seçerek efsanevi ve markanın simgesi haline gelen siyah mini elbisesini satmaya başladı. Tarzı sıra dışı, özgür, rahat ve zamansız olan Coco Chanel, modada kısıtlamalara takılmadı. Modanın neredeyse her alanına elini atan ve modaya yön veren Coco Chanel, Chanel markasının favorilerinden olan Chanel No:5 parfümü ile de kendinden söz ettirdi.(Chanel’ın uğurlu sayısının 5 olmasından dolayı parfümün adı No:5’tir ve Chanel markası genel olarak defilelerini ayın 5inde yapar.) Küpe ve aksesuardan, gece kıyafetine, erkek takım elbiselerinden çantalara kadar pek çok alanda markasını yaşatan Coco Chanel, “Time: Yüzyılın En Önemli 100 Kişisi”
listesine giren tek modacıdır.
1930larda Atatürk’ün isteğiyle Türk Ordusuna da kıyafet diken Coco Chanel imzalı üniformalar 1980li yıllara kadar kullanıldı. Sonradan, ordu için kıyafet diken modacılar üniformalardaki Chanel imzasına sadık kalmaya devam ettiklerini belirtti. Coco Chanel, kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyleri yaptı, kadınlara pantolon giydirdi, siyah renge farklı bir anlam verdi. Kadın kıyafetlerine verdiği erkeksi vurgular ile modaya yeni bir soluk getirdi. Bu zamansız kadın 10 Ocak 1971 yılında Paris’te hayata gözlerini yumdu. “ Bazı insanlar lüksün, fakirliğin karşıtı olduğunu düşünüyor. Oysa öyle değil. Lüks, bayalığın karşıtıdır.”
Özlem Türeci
6 Mart 1967 Almanya- Siegen doğumlu olan Özlem Türeci, aslen Rize- Fındıklılı olan göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Katolik hastanesinde cerrah olan babasının çalıştığı ortamdaki farklılıkların yarattığı ilgi sayesinde çok kültürlü bir çevreyle büyüdü. Lisans eğitimini bitirdikten sonra 2001 yılında modifiye edilmiş genetik kodlar sayesinde bağışıklık sistemindeki kanser hücrelerini yok etme çalışmasını başlattı. Aynı sene içinde Uğur Şahin ile Türkçe “ ganimet” kelimesini çağrıştıran Gaynmed firmasını kurup çalışmalarını burada devam ettirdiler. 2002 yılında evlenen çift, bağışıklık sistemi ve kanser ilişkisini ele aldıklarını çalışmalarını sürdürdüler. 2016 yılında beraber kurdukları firmayı satarak, Almanya’nın en zengin kişileri arasına girdiler.
2008 yılında sonradan hepimizin aşina olacağı BionTech firmasını kurdu ve 2018 yılında baş tıbbi asistanı oldu. 2020 yılına kadar kanser araştırmalarına yoğunlaşan Türeci, 2020 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan Covid 19 virüsüne karşı, dünyadaki en etkili ve en hızlı aşıyı bulan kişiler arasında öncü rol oynadı. Bulduğu aşı ölümcül virüse karşı % 90 oranında direnç gösterince, Özlem Türeci tüm dünyaca bilinen en değerli bilim insanlarından biri haline geldi. Bugün halen, kanser için çalışmalarını sürdüren Türeci pek çok ödüle de layık görülmüştür. Aralarında Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı, Asturias Prensliği Ödülü ve Aydın Doğan Ödülü Aralık 2020’de Axel Springer SE tarafından Covid-19’a karşı geliştirdikleri mRNA aşısı ve çalışmalarından dolayı eşi Uğur Şahin ile birlikte “2021 Onur Ödülü” ve sayısız pek çok ödülle başarıları taçlandırılmıştır. Ayrıca 2021 yılında Forbes Dergisi’nin yayınladığı “ Dünyanın En Güçlü 100 Kadını” listesine girmeyi başarmıştır. 150’den fazla patentte adı geçen Türeci, umarız ki; daha pek çok başarıya ve ilke imza atar…